Canboğul (71)

Laz Hasan’ın kahvehanesinde düğün yemekleri yenildi. On çeşit yemek türünün sonunda yöreye has sütlaç da yenilince sofradan kalkınıyor, masalar temizleniyor, yemek yemeyenler yemeğe davet ediliyordu. 

Yemeklerini yiyen Salih Bey, Lütfi Ağa ve Kartal Mustafa, kahvenin önünde çaylarını içiyorlardı. Bir saat süren yemekten sonra davul-zurna yeniden çalmaya başladı. Laz Hasan, Salih Bey’in yanına gelerek:

-Beyim, sizin yörenin oyunlarını seyretmek isteriz.

-Öyle mi dersin?

-Bizimkiler de görsün beyim, dedi Mahmut emmi.

Salih Bey, kahya Kerim’i çağırdı:

-Bizimkilere söyle, oyun kursunlar ben de geleceğim.

-Emredersin beyim.

Biraz sonra kahvenin önü açıldı. Zermut’tan gelen atlılar, davul-zurna eşliğinde yöresel oyunlarını oynayacaklardı. Gözler Salih Bey’deydi. Salih Bey, yerinden kalktı, halayın başına geçti. Zurnacı Eşref’i yanına çağırdı. Sırayla oynayacakları oyunları kulağına söyledi.

Zurnacı Eşref, “Sarıkız, Hoş Bilezik, Üç Ayak, Temira, Bayburt, Dizden Kırma” çaldı. Kahvenin çevresini dolduran köylüler Salih Bey’i merakla izliyorlardı. 

-Çok güzel oynuyor.

-Evet.

-Çok da zenginmiş.

-Öyle.

-Dulmuş.

-He, dul.

-Daha da genç.

-Karısı öldükten sonra evlenmemiş.

-Çok acı ölmüş karısı.

-Acısını sineye çekmiş.

-Çoban kızdı diyorlar.

-Öyleymiş.

-Çok da merhametliymiş.

-Yardım elini uzatmadığı yokmuş.

-Bir oğlu var.

Konuşmaları dinleyen Sabriye kadın:

-Kızlar çok merak saldınız beye.

-Öyle ana.

-Nasıl merak etmeyelim.

-Eee, ne duruyorsunuz biriniz evlensin onunla.

-Bugüne kadar evlenmeyen, bundan sonra evlenir mi ana?

-Evleneceği kıza bağlı.

-Ben evlenirim.

-Ben de.

-Ben de.

Salih Bey, yöresel oyunları bitirince gelip yerine oturdu. 

-Çok güzel oynuyorsun beyim, tıpkı rahmetli baban Asım Çavuş gibi.

-Sağol Lütfi Ağa, yavaş yavaş gelin evine doğru yönelip hakkımızı alıp gidelim, ne dersin?

-İyi olur beyim, yolunuz uzun.

Salih Bey, kahyayı eliyle yanına çağırdı:

-Yol havası çalsın, gelin evine gidiyoruz.

Davul-zurna önde, arkada Salih Bey, Kartal Mustafa, Mahmut emmi ve düğün alayı gelin evinin önüne kadar geldiler. Sıra Ayşe gelini evden çıkarmaya gelmişti. Zurnacı Eşref, gelin ağlatma havası çalıyor, davulcu Mevlit ise ona eşlik ediyordu. Koca Kaptan’ın evinden çıkacak olan gelinin kapısına iki bıçak saplanmıştı. Selim bir tarafta, Ömer bir tarafta duruyordu. Al gelinlik giymiş Ayşe, kapıdan içeri dikleniyordu. Bıçaklar kapıdan kalkmadan gelin evden çıkarmak olmazdı. Salih Bey, kapıya kadar gitti. Ömer ile Selim’e bahşişlerini verdi. İki kardeş bıçakları sapladıkları yerden aldılar. Gelin Ayşe’nin koluna giren Salih Bey, süslenmiş faytona Ayşe’nin binmesine yardımcı oldu. Alaman beşlileri bir kez daha havaya çevrildi. Otuz atlı beşer beşer atmaya başladılar. Ciharlı köyünün karşısında yankılanan mermi sesleri daha güçlü olarak Ciharlı’ya kadar geliyordu. Davul-zurna durmadan gelin ağlatma havası çalıyordu. Meryem ana ve köylü kadınlar gözyaşlarını tutamıyorlardı. 

Ayrılık zamanı gelmişti. Ayşe de gözyaşlarını tutamıyordu. Yirmi yaşına kadar suyunu içtiği bostanından her türlü sebzesini yediği köyünden ayrılmak onu da ağlatıyordu. Salih Bey ile Zermutlu atlılar önde sıraya dizildiler. Ortada Ayşe’nin bindiği fayton, arkada ise Avliyana’dan gelen atlılar vardı. Davul ve zurnacı da faytonun önüne binmişlerdi. 

-Kartal Mustafa, bu bizim Lütfi Ağa nerede?

-Vallahi bilmem beyim, buraya kadar bizimle geldi, ondan sonra gözden kayboldu.

-Ben anladım, neden kaybolduğunu, sözde bizim yolumuzu kesip bahşiş alacak.

-O alır beyim, bahşiş almadan dağdan bizi geçirmez.

-Başka yol da yok ki oradan gidelim, mecbur onun malikanesinin önünden geçeceğiz. 

-Öyle beyim.

-De, haydin yola çıkalım.

-Çıkalım beyim.

-Yedik içtik, güldük eğlendik, emanetimizi aldık gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.

Ciharlılar hep bir ağızdan:

-Helal olsun, dediler.

-Ayşe kızımız artık bize emanettir, başımızın tacıdır. Allah’a ısmarladık.

-Güle güle.

Davul-zurna, Zigana yol ayrımına kadar susmadı. Faytonu kullanan Osman zaman zaman geriye bakarak Ayşe’nin hatırını soruyordu. Yol temiz ve her taraf yemyeşildi. Yüksek rakımlı Zigana’ya bahar yeni gelmiş gibiydi. Orman gülleri ilk açmış gibi olanca güzelliğini hala koruyordu. Koyunlar, keçiler, büyükbaş hayvanlar Zigana’nın çimlerinde yaylımdaydı. 

Salih Bey, Lütfi Ağanın malikanesinin görüldüğü dönemece gelince Şahım’ı durdurdu. Kahya Kerim’e seslenerek baba yadigarı Alaman beşlisi ile mermilerini vermesini istedi. 

-Sen şimdi görürsün Lütfi Ağa.

Atından indi. Alaman beşlisini Lütfi Ağa’nın malikanesine doğru çevirdi. Kurşunların tam malikânenin üzerinden geçecek şekilde ayarladı. Tetiğe bastı. Alaman beşlisinin sesi yaylanın altındaki kayalıklardan yansıdı. Bir, bir daha derken beş mermiyi attı ama Lütfi Ağa’dan ses yoktu.

-Hatun, bu Salih Bey, ne yapmak istiyor, kurşunlar başımızın üstünden geçiyor.

-Sen hak ettin, neden bırakıp alayı da geldin?

-Ben de Lütfi Ağa isem onlardan bahşiş almadan buradan geçirmeyeceğim.

-Bey, onlar otuz kişi sen bir kişi.

-Olsun, bu yaşlı kurt onların hepsinin hakkından gelir. Bende çuval işi mermi var.

-Sen bilirsin, sonradan pişman olmayasın?

-Ben pişman olacağım bir işi yapmam. Hele o Kartal Mustafa’dan kuzunun parasını alacağım. 

Salih Bey, her iki dakikada bir havaya mermi sıkıyor ama Lütfi Ağa “tık” demiyordu. “Gidelim” dedi ve ata bindi. Zirveye yaklaşmışlardı ki bu kez mermiler onların başının üzerinden geçiyordu.

-Anlaşıldı ihtiyar kurt, bizi tongaya düşürecek ama ben Asım Çavuş’un oğluyum. Tek bir mermi atılmayacak. Koca kurt ne kadar atarsa atsın, kimse ateş etmeyecek, ta ki ben diyene kadar. Herkes silahının namlusunu yere çevirsin.

Düğün alayı yaklaştıkça yaklaşıyordu. Lütfi Ağa hiç ara vermeden atıyor atıyordu. Karısı malikaneden seslendi:

-Yeter ağa, patlatacaksın gavur malını.

-O patlamaz, yapan gavur sağlam yaptı onu hatun. Anlamadığım, ben atıyorum da bunlar niye karşılık vermiyorlar.

-Senin gibi aptal değiller de ondan.

İçeri girdi. Kaldırdığı masayı tam yolun ortasına koydu. 

-Zehir, bana sandalye getir.

Oğlunun getirdiği sandalyeye oturdu. Alaman beşlisini Ciharlı köyünün üzerine doğru çevirdi. Yeniden ateş etmeye başladı. Salih Bey, masaya üç-dört metre kala atını durdurdu, “selam” verdi:

-Destur var mı ağa?

Lütfi Ağa konuşmuyor ha bire ateş ediyordu. Mermiler bitince hazneyi yeniden dolduruyordu. Ayaklarının altı boş kovanlarla doldu.

-Yazıktır ağa, o mermiler lazım olur sana, çekil kenara da yolumuza devam edelim. Kahya!

-Buyur beyim.

-Davul-zurnacıya söyle bir “Gorzobon” çalsın.

-Hemen beyim.

Davul ve zurnacı faytondan indiler. Lütfi Ağa’nın yanına gelince “Gorzobon” çalmaya başladılar.

Salih Bey, atından indi. O inince diğerleri de indiler. Malikanenin önünde davul zurna eşliğinde oynamaya başladılar. Salih Bey, Lütfi Ağa’nın “Gorzobon” a dayanamayacağını biliyordu. Alaman beşlisini masanın üzerine bıraktı. Horon halkasının başına geçti. Birkaç tur atmıştı ki, zurnacı Eşref, Salih Bey’in göz kırpması ile Lütfi Ağa’nın önünde diz çöktü. Bu yörede “doksar” demekti. Yani “bahşiş istiyorum” anlamına geliyordu. 

-Attığın mermilere mi yanarsın, yoksa vereceğin bahşişe mi? Elini cebine attı, çıkardığı parayı zurnacı Eşref’in cebine koydu. 

Yorulana kadar oynadılar. Salih Bey:

-Duydum ki çay demlemişsin?

-Kim demiş?

-Ben.

-Sen nereden biliyorsun çay demlediğimi?

-Benim tanıdığım Lütfi Ağa, bu kadar mermiyi boşa harcamadı. 

-Baskın geldin Salih Bey. Ben de kendimi akıllı sanırdım ama Asım Çavuş’un oğlu benden hem daha akıllı hem de daha kurnaz çıktı.

Kucaklaştılar. Zehir Hüseyin, çayları doldurup getirdi. 

(Devamı var)

YORUM EKLE