Canboğul (20)

Lütfi ağanın dediği gibi oldu. Dışarıda zil gibi güneş vardı. Kadriye ana çoktan kalkmış, dükkanın sobasını yakmıştı. Can, yavaş yavaş doğruldu:

-Çok uyudum ana.

-İyi oldu, uyumam.

-Dayım yok mu?

-Kalktı iner şimdi. Sobayı yakmamı bekliyor. Soba yanmadan, çayı hazır olmadan inmez.

-Sizlere de rahatsızlık verdim ana.

-Yok uşağım, biz alışığızdır. Bu kabak kafalı, yolda kalanlar olur diye köye inmemizi geciktiriyor. 

Lütfi ağa, ahşap binanın merdivenlerini gıcırdatarak yeme içme yeri olarak kullandığı dükkana indi. 

-Bakıyorum ana oğul gibi sohbet ediyorsunuz.

-Uşağım sayılır Lütfi ağa.

-Öyle öyle… Dışarıya baktım, çok güzel güneş var. Buraların havası böyledir işte. Öyle zaman olur göz gözü görmez, öyle zaman olur güneş enseni yakar. Çayı demledin mi hatun?

-Demledim, demledim. 

-Hele doldur da ver birer bardak içelim kahvaltıdan önce. Can’dı senin adın, değil mi?

-Evet.

Kapıyı araladı, dışarıya baktı. Kar kapıyı adeta kapatmıştı. 

-Tipi kapının önünü iyice doldurdu. Hele çaylarımızı içelim de temizlerim karı.

Lütfi Ağa, çayından bir yudum aldıktan sonra, Can’a dönerek:

-Seni birine benzetiyorum ama bir türlü çıkaramıyorum, söyle bakayım kimlerdensin? Kimin oğlusun?

Hangi köydensin?

-Avliyana’danım Lütfi dayı.

-Avliyana’dan mı? … Dur dur, senin babanın adı Hikmet miydi?

-Evet.

-Baloğlu Hikmet… Ne kadar da babana benziyorsun uşağım.

-Bilmem dayı, kimse bir şey söylemedi. 

-Ben senin babanı çok iyi tanırım, yiğit adamdı, iri cüsseli, babayiğit mi babayiğitti. Baloğlu Hikmet, vay be. Her geldiğinde ben et yemem, kuymak yerim derdi bana rahmetli. Kara tavada yapmazsam yemezdi kuymağı. Kara tavada yapılan kuymağın tadı bir başka oluyor derdi rahmetli… Demek sen onun oğlusun? Vay be… Kim derdi ki, Baloğlu Hikmet'in oğlu Zigana’da tipiden boğularak, donarak ölecekken Ziganaların ağası Lütfi Ağa kurtaracak. Koca Baloğlu Hikmet… Yetiştirdin yetiştirdin de bu beyinsizi mi yetiştirdin? Ha bu oğlunda zerre kadar akıl yok. Gerçi sen de oğlundan farklı değildin.

-Ne güzel de konuşuyorsun rahmetlinin arkasından hem de oğlunun yanında.

-Ne yapayım hatun. Bu da babası gibi babayiğitte benziyor. Öyle olmasa ha bu havada düşer miydi yollara?

-Düşer düşer, sen de beni görmek için az dağlar aşmadın.

-Aştık da ne oldu? Keşke aşmaz olaydık. Ama ben senden razıyım, Allah da razı olsun.

-Amin.

-Dur… Dur… Hatun, şimdi sen diyorsun ki, bu yiğit bir kız için yollara düştü, öyle mi?

-Öyle.

-Öyle mi yiğidim?

Can biraz da utanarak:

-Öyle Lütfi dayı.

-Yani bir kız için, bu dağlarda ölmeyi göze aldın he mi?

-Evet, dayım.

-Oğul sen de hiç akıl yok mu, sana Ciharlı köyünden kız verirler mi?

-Vermezlerse kaçırır, dedi karısı.

-Vallahi sana helal olsun hatun, iyi akıl veriyorsun…

-Ne yapacak, başka çaresi var mı?

-Doğru dersin de bir Laz kızını kaçırmak kolay mı hatun, bütün köyü takar arkasına. Düşmanın yokken düşman sahibi olursun.

-Bir ay düşman olur, iki ay düşman olur, üçüncü ayda balla kaymak olur.

Can, elini cebine attı, çıkardığı parayı Lütfi dayıya uzattı. Kaşlarını çatan Lütfi dayı:

-O ne?

-Dayım hakkın ödenmez. Birincisi donmaktan kurtardın beni, sizlere bir can borcum var. 

-Yok oğul yok can man borcun yok, o parayı da koy cebine. Ama beni dinlersen yol yakınken gel dön. Şimdi sen diyorsun ki, “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa, vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa.” Yani Ciharlı köyü üstüne kalksa illa da sen o kızı alacaksın öyle mi?

-Öyle dayım.

-Sen şimdi Ciharlı’ya gidiyorsun?

-Evet.

-Neden gidiyorsun? Sevdiğin kızı görmeye değil mi?

-Evet.

-Nasıl göreceksin? Diyelim ki evini buldun. Kızla nasıl görüşeceksin?

-Orasını bilmiyorum Lütfi dayı.

-Madem öyle uşağım niye gidiyorsun?

-Belki görürüm.

-Sen bırak belkiyi melkiyi, al terkiyi, at atının eyerine, dön geri. Çok kötü yere çadır kurdun uşağım. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Anlaşıldı, kafaya koydun, illa ki sevdiğim kızı göreceğim diyorsun.

-Evet dayım.

-O zaman kalk, hazır güneş varken yola çık. Köye vardığında Laz Hasan’ın kahvehanesi vardır. Oraya git. Benim de selamımı söyle. Onun üst katı otel gibi bir yerdir. Benim viranemden daha iyidir. Orada kalırsın. Kızı gördün gördün, göremezsen geri dön, bekleme. Sana bir gece izin, ben koca karıyla yarın köye döneceğim. Öğlene dek seni beklerim. Geldin geldin, gelmezsen sen bilirsin. Gelirsen birlikte döneriz. Zigana köyünden de seni yolcularım. 

-Peki dayım, ben kalkayım. Öğlene varmaz köye inerim. 

-Sen sen ol sakın kızın evine gitme. Kızın adı çıkar, seni de yaşatmazlar bilesin. 

-Olur Lütfi Dayı. 

-Bu tepeden inerken aşağıda karlar azalır. Yalnız sürekli çığ gelen bir yer var. Gözün hep yukarılarda olsun. Sakın çiğin altında kalmayasın, kimseler bulamaz seni. Demem o ki dikkatli ol.

-Olurum dayım. 

-Hadi yolun açık olsun. 

-Sağol Lütfi Dayı.

Can, atına bindi. Arkasında Oğuz, Zigana Geçidinden aşağı inmeye başladılar. Kar kalınlığı yüksekliğe paralel gittikçe azalıyordu. Dağı inip Ciharlı yoluna sapınca kar da tamamen kalkmış oldu. Yolu iyi görünce Arap’a “deh” dedi.

Laz Hasan’ın kahvesinin önüne gelinde durdu, atından indi. Kapı önündeki çam ağacına bağladı. “Selam” vererek kahveden içeri girdi. Boş bir masa aradı. Kapı girişinin sağ tarafındaki boş masaya oturdu. Garson Ömer, Laz Hasan’ın doldurduğu çayı getirip masaya bıraktı:

-Hoş geldiniz, buyurun çayınız.

-Sağ ol.

Laz Hasan, ilk kez gördüğü Can’a dikkatlice baktı. Can’ın çayını bitirmesini bekledi. İki çay doldurup Can’ın yanına götürdü. 

-Hoş geldin yiğidim.

-Hoş bulduk.

-Seni ilk kez görüyorum buralarda. Nerelisin?

-Ardasa’nın köyündenim.

-Hayırdır, bir iş için mi geldin?

-Bir bakıma öyle. Sen Laz Hasan mısın?

-Evet.

-Lütfi dayının selamı var.

-Aleyküm selam, o yaşlı kurt hala dağdan inmedi mi?

-İnmedi.

-Kar yağmadı mı dağa?

-Yağdı, yarın köye göçecek.

-İlla ki kulaklarına kar değecek. Kar yağmazsa kışı da dağda geçirecek kart horoz. Sorması ayıp, bağışla, ne iş yaparsın?

-Ben rehberim. Kervancılara yol gösterir onların yüklerini sağlıklı teslim etmeleri için yardımcı olurum.

-Mahmut emmiye de rehberlik ettin mi?

-Ettim, daha on gün önce ayrıldık.

Laz Hasan, garsonuna:

-Ömer, koş Mahmut emmiye söyle ona rehberlik eden… Ha sahi adın neydi?

-Can.

-Rehber Can, kahvede de.

-Tamam emmi.

Kahvedekiler de yabancı gördükleri, Can’a göz ucuzla bakıyordular.

-Rehbermiş.

-Niye geldi ki?

-Bilmem.

-Var bir bildiği.

-Ne ola ki?

-Bu işte bir iş var.

-Var.

-Öğreniriz.

-Öğreniriz.

-Hele Mahmut emmi gelsin.

-Gelsin.

-O bilir.

-Bilir.

Mahmut emmi ile Ömer kahveye gelince Can, ayağa kalktı. 

-Hoş geldin Can, diyerek kucaklaştılar.

-Hele otur otur, o kadar yolu aşarak ta buralara kadar geldin ha?

-Geldim Mahmut emmi.

-Hele çay ver Laz Hasan.

Kahvedekiler, kendi aralarında konuşmuyor, Mahmut emmi ile Can’ın konuşmalarını dinliyordu.

-Hasan amca ben bir eve kadar gidip geleyim, dedi Ömer.

-Olur.

-Ha, Ömer eve gidiyorsan ablana söyle bizim rehber Can geldi de görmek isterse gelsin. Diğerlerine de haber saldım şimdi gelirler Can.

-İyi ettin Mahmut emmi, gelmişken hepinizi görmüş olurum.

-Söyle bakalım Can, hayırdır böyle?

Can, başını önüne eğdi. Yılların deneyimlisi Mahmut Emmisi, Can’ın niye geldiğini anlamıştı da öylesine sordu. Evine haber yolladık, bakalım Meryem hatun kızını yollayacak mı? Yollamasa da Ayşe ısrar edecek Can’ı görmeye, o da kıramayacak yollayacak.

Biraz sonra Abdullah, Temel, Dursun Laz Hasan’ın kahvesine geldiler. Can’a sarılarak “hoş geldin” dediler. Masanın etrafına oturdular. İçlerinde meraklı olan Abdullah, soramadan edemedi:

-E, Can, hayırdır böyle?

-Öylesine geldim. Dağa kadar çıktım, çıkmışken gelip sizleri görmek istedim.

-İyi ettin, dedi Dursun.

-Ula ben bir şey diyeyim mi?

-De bakalım Dursun?

-Ne ise demeyeyim.

-De, senin ağzında pakla ıslatmazsın.

-Daha sonra derim.

-Ayşe’ye de haber salaydınız o da geleydi bari.

-Kardeşi Ömer’i yolladık.

-Gelir mi?

-Gelir.

-Gelir.

(Devamı var)

YORUM EKLE