Canboğul (22)

-Ula Temel.

-Buyur emmi?

-Koş kemençeyi al da gel. Şöyle felekten bir gece çalalım. Hadi durma.

-Hemen emmim.

-Ne olacak kemençe Mahmut ağa?

-Ne olacak çalıp eğleneceğiz.

-Düğün değil bayram değil, ne eğlenmesi?

-Can geldi ya, kutlamayalım mı?

-Ha, öyle mi?

-Ya ne sandın Laz Hasan?

Bu kez yan masada oturan Kel Ahmet, laf attı:

-Ne sandın Laz Hasan cevap versene?

-Yahu burası kahvehane.

-Olsun. Yaz kış sana çay parası ödüyoruz, bir akşam olsun eğlenmeyelim mi?

-Eğlenin eğlenin de tabanın tahtalarını kırarsanız hiç bakmam gözünüzün yaşına parayı alırım.

Temel, kemençesi ile içeri girince, kahve giderek kalabalıklaşmaya başladı. Kısa bir süre sonra oturacak boş sandalye kalmamıştı Laz Hasan’ın kahvesinde.

-Ne çalacağını biliyorsun değil mi Temel?

-Biliyorum Mahmut emmi ‘Oturak Havası’. 

-Hah ondan başla.

Temel’in kemençesinin sesi dışarıdan da duyulması üzerine çocuklar, pencerenin önüne doluştular. Kel Ahmet kemençenin sesine dayanamayınca:

Bir türkü atacağım

Karşıdaki masaya

Hoş geldin diyeceğim

Can denilen uşağa.

Kemençemin telleri 

Bağırsaktır bağırsak

Ha bu oturanları

Horana mı kaldırsak.

Kel Ahmet’in manisi üzerine Temel, hareketli hava çalmaya başladı. Birden masalar kenara çekildi. Can ve Mahmut emmi dışında herkes horona kalktı. 

-Ula uşaklar sakın ola ki alaşağı etmeyesiniz, tahtalar zaten çürük kırılır.

-Kırılırsa yenileriz Laz Hasan, değil mi Mahmut emmi.

-Öyle de siz yine de kırmayın.

Kahve içerisinde oluşan horon halkası, kemençe eşliğinde dönüp duruyordu. Toz kalkmasın diye Ömer, durmadan tahtaları suluyordu. 

Kel Ahmet bu kez:

Türkü söylerim türkü

Hozana girdi tilki
Çağırsak Can kardeşi
Horona girer belki.

Can ile Mahmut emmi göz göze geldi:

-Kalk Can, bizim buralarda türkü atarak horona davet edilen her kim olursa olsun mutlaka horona girer.

-Yapma emmi.

-Yapması mappası yok, sonra sen güzel de oynuyorsun.

-Peki emmi, kalktı horona girdi.

Kahve o kadar kalabalıklaştı ki, horon oynamak mümkün olmuyordu.

-Komşular, kahvenin önü düz, hava soğukta değil, gelin dışarı çıkın.

Horonun başındaki Kel Ahmet, oynaya oynaya dışarı çıktı. Oynayanlar da onu takip etti. Bu kez dışarıdaki horon halkası daha da büyüdü.

Kel Ahmet, tabancasını belinden çıkardı, bir şarjör mermiyi durmadan havaya sıktı. Kel Ahmet atar da diğerleri atmaz mı? Sıra Can’a gelince silah sesi sustu, horondakiler ve horon dışında olanlar Can’a bakıyordu. Can, baba yadigarı parabellumu belinden çıkardı. O da bir şarjör mermiyi havaya boşalttı. Silah sesini duyan kadınlar, çocuklar Laz Hasan’ın kahvesine koşuyordu. 

Meryem ana ve Ayşe ise “Ne oluyor?” şeklinde bakıştılar. Selim, koşarak eve geldi.

-Ne oluyor uşağım, bu silah sesleri ne?

-Hiç sorma ana.

-Ne oldu? diye merakla sordu Ayşe.

-Bir şey olmadı abla, köylü hep Hasan emminin kahvesinin önünde toplandı horon oynuyorlar.

-Deme? Ana, haydi biz de gidelim.

-Ne yapacağız kızım?

-Biz de biraz seyreder geliriz.

-Yok desem surat asacaksın, haydi gidelim bakalım.

Horon, durmaksızın sürüyordu. Yörenin insanına özgü özelliğini tüm açıklığı ile ortaya koyuyorlardı. Oynadıkça daha da coşuyorlardı. 

Horonu seyreden kadınlardan birisi:

-Kız, o yakışıklı kim, buralardan değil?

-Ben de tanımıyorum.

-Kim ola ki?

-Bugün gelmiş.

-Niye ki?

-Rehbermiş, Mahmut emmiyi görmeye gelmiş.

-Daha kimi görmeye geldi ki kız?

-Bilmem.

-Ben biliyorum.

-Biliyor musun?

-Tabi biliyorum.

-Kimmiş kız?

-Meryem’in kızı Ayşe.

-Deme?

-Dedim bile.

-Onlar yok burada.

-Şimdi gelirler.

-Oğlanın da Allah’ı var kız, güzel oynuyor.

-Gerçekten güzel oynuyor.

-Yakışıklı da.

-Çok mu beğendin Pırtıl Halil’in kızı?

-Hiç yalandan beğenme bak sahibi de geldi.

-Kim?

-Meryem’in kızı Ayşe. Anasıyla o da geldi.

Ayşe, gelir gelmez gözleri Can’ı aradı. Horon halkasının tam ortasında oynuyordu. Anasının kulağına eğilerek:

-Ana, bize rehberlik eden Can, şu ortada oynayan.

-Gördüm gördüm. 

-Güzel oynuyor değil mi ana?

-İşte.

-Baksana ana, onun gibi oynayan var mı horonda?

-Sen öyle diyorsan…

Kel Ahmet, epeyce yorulmuştu. Horonu bitirmek istiyordu:

Kel Ahmet kurban olsun

Sizin gibi canlara

Horonu bırakalım

Seyreden bayanlara.

Öyle de yaptılar. Erkekler horonu bıraktı. Ömer ortada tuttuğu lüks lambasını genç bir kıza verdi. Sıra şimdi kadınlardaydı. Yarım saat kadar kadınlara kemençe çalan Temel, her zaman yaptığı gibi “cırt” diye ses çıkartarak kadınların horonunu sonlandırdı.

Ömer, lüks lambasını alarak içeri girdi:

-Hasan emmi, annem ve ablamla gidebilir miyim?

-Sen git Ömer, ben de birazdan kahveyi kapatacağım, sen yine erkenden gelir açarsın.

-Tamam Hasan emmi.

Kadınların dağılması ile birlikte kahvehane de yavaş yavaş boşalmaya başladı. Mahmut emmi de:

-Biz de kalkalım Can, sen sabah erken kalkacaksın. 

-Çok sağ olun Mahmut emmi.

-Haydi iyi geceler.

-Sizlere de.

Laz Hasan son bardağı da yıkadıktan sonra ellerini kuruladı. Tezgahın üzerinden anahtarı alarak Can’a uzattı:

-Odanın sobasını yaktım. Zaten burada kimse kalmaz. Çıkar odanda rahat rahat yatarsın. Ömer sabahları erken gelip kahveyi açıyor. Atının torbasını başına taktım. Köpeğini de yanına götürdüm. Rahat rahat uyu Can.

-Sağol Hasan emmi.

-Ha, Lütfi ağaya selamımı söylemeyi de unutma.

-Baş üstüne.

Xxx

Ayşe, yatmadan önce hazırlamış olduğu bazlama ile mısır ekmeğini kendisinin ördüğü çantanın içerisine yerleştirdi. Anası Meryem çoktan yatmıştı. Can’ın verdiği yazmasını kuşağının arasından çıkardı açtı. Yere düşen kağıdı görünce heyecanlandı. Eğilip aldı, zaman geçirmeden okudu. “Seni seviyorum Laz kızı. Yazmayı bahane ederek seni görmeye geldim. Şimdi gidiyorum ama anamı yollayıp seni mutlaka isteteceğim.”  Kağıdı, öptü, kokladı. Biliyordum benim için geldiğini Can. Beni isteteceğin günü sabırsızlıkla bekliyorum. Çantayla birlikte odasına çıktı. Yazmasını temiz bir beze sararak, çantanın en altına yerleştirdi. 

Yatağına uzandı, gözlerine uyku girmiyordu. Gaz lambasının ışığını kıstı. Şimdi daha rahattı. Ne yapıyordu Can şimdi? Hasan emminin otelinde yalnız başına… Zigana’yı aşıp gelmiş benim Can’ım. Sana canım kurban olsun Can’ım… Bu çantayı nasıl yollayacağım? Ya uyur da kalırsam? Yatağından kalktı, çantayı bir eline, gaz lambasını da diğer eline alarak, Ömer ile Selim’im yattığı odaya gitti. Ömer’i dürterek uyandırdı. Ömer uyku sersemliği ile:

-Ne oldu abla?

-Ömer, anam da biliyor bu çantayı yarın sabah Can’a verirsin.

-Onun için mi geldin, niye uyandırdın, sabah verirdin.

-Bırak şimdi, sen dediğimi yaparsın.

-Tamam abla, uykum var, uyuyacağım, sabah erken kalkacağım.

-Tamam canım.

Ömer’i öperek odasına geçti, yatağına yeniden uzandı. Şimdi rahattı, Can’ı sabaha kadar düşünebilirdi.

Can da uyuyamadı. Acaba yazmayı bana geri verecek mi? Başka bir gerekçe bulamadım Ciharlı’ya gelişime. O da beni seviyor. Adım gibi biliyorum ama konuşamıyoruz. Okumuştur şimdi yazdıklarımı. O da bana bir şey yazar mı? Yazmasın, onu gördüm ya bu bana yeter. Beni sevdiğini anladım artık. 

Gaz lambasının ışığını iyice kararttı. Uyumak lazım ama ne mümkün uyuyamıyordu. Horon oynarken hep bana bakıyordu. Anası da anladı mı acaba? Analar çocuğunun halinden anlar. Hele Karadenizli ise daha iyi anlar. Çocuklarının kalbini okurlar. Anlasın. Benim anam da anladı. Anamla kimi göndereceğim onu istemeye? Hele zamanı gelsin. Hadi uyu Can, sabah erkenden kalkacaksın. Öğlene Lütfi dayının yanında olmalısın. Öyle söz verdin.

(Devamı var)

YORUM EKLE