Son mesaj - Gönderen: Recep Ergin - Salı, 01 Kasım 2011 23:40
Sitemizin yeni hali www.gumushane.gen.tr/v2 adresinde test edilmektedir. Lütfen belirli aralıklarla ziyaret ederek, yaşadığınız aksaklıkları ve önerilerinizi admin@gumushane.gen.tr adresinden veya buradaki formdan bize bildirin.
TASAVVUF


TASAVVUF

Bu ilim, İslamiyetin ilk döneminde olmayıp sonradan ortaya çıkmış ilimlerden biridir. Hicri ikinci asırda başlayıp daha sonraki yıllarda gelişmiş bir ilim ve yaşama biçimidir. As­lında tasavvuf ehlinin tutmuş oldukları yol, sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelen üm­metin selefi ve büyükleri tarafından hiçbir zaman terk edilmemişti. Sahabelerden zühd hayatını seçenler vardı. Zühdün temeli iba­detlere kapanıp tamamen Allah'a yönelmek, dünyanın geçici nimetlerinden, süs ve ziy­netinden yüz çevirmek, insanların genelinin yöneldikleri zevklere, lezzetlere, mal ve ma­kama sırt çevirmek, halvet ve ibadete çekilmek için insanlardan uzaklaşmaktır. Bu konuda Rasulullah(sav) Ebu Hureyre’ye şu tavsiyelerde bulunmuştur. “Ey Ebu Hureyre vera sahibi ol ki İnsanların Allaha en iyi kulluk edeni olasın. Kanaatkârlığı esas al ki insanların Allaha en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar içinde sev ki kâmil mümin olasın. Sana komşu olanlarla iyi komşuluk et ki kâmil bir Müslüman olasın. Gülmeyi az yap zira çok gülmek kalbi öldürür.

Evet, sa­habe ve onlardan sonraki selef döneminde bu hal genel bir durumdu. Sonra hicrî ikin­ci yüzyıldan itibaren dünyaya ve dünya malına meyletmeler yaygınlaştı. İnsanlar dünya işlerine dalınca, eskisi gibi ibadetlere yönelenlere sûfîye ve mutasavvıfa isimleri verildi. Özellikle Abbasi Devletinin kanlı ihtilallerle kuruluşundan sonra kendisini zühde verenlerin sayısı artmış, bu suretle tasavvufun temelleri atılmıştı.

Zühd yolunu tutup insanlardan uzaklaşma ve kendini ibadete verme bu kimsele­re özgü bir durum haline gelince, bazı halleri idrak etmek de onlara özgü hale geldi. Zühd ile halktan ayrılan, münzevi bir hayat yaşayan tasavvuf erbabı arasında görülen ilim, irfan, keşf ve keramet sahipleri çevresinde toplanan kimselere sufî denildi. Her biri kendi telakkisine göre ruhları arındırma ve nefsi terbiye etme yolu tutan meşhur tarikat pirleri ortaya çıktı.

Aslında tasavvuf, Cenabı Hakk’ın kainattaki tecellisini görüp onu tesbih ve sena etmekten ibarettir. Müslüman olmanın bilinç halidir. Bu yüzden camilerle birlikte tekkeler kurulmuş, Müslümanları bilinçli olmak, kul olduğunun farkında olmak konusunda eğitmişlerdir. Ancak bu tekkeler gün geçtikçe aslî fonksiyonlarını kaybetmiş, dinin aslî unsurları dışında birçok yabancı fikir bu sayede Müslümanlar arasında yayılmıştır.

Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakmak, yaratılış sebebini düşünmek böylece her baktığı nesnede Allahı(cc) hatırlamak, Allahu Tealayı görüyormuş gibi O’na ibadet etmek iken, daha sonraları dış görünüşe, şekil ve şemaile hasredilmiştir. Yunus Emreye şu beyti söyletecek kadar:

Dervişlik olsaydı tac ile hırka

Biz dahi alırdık otuza kırka”

Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa şekil ve merasim değildir. Sofi elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sadi diyor ki bu da şükrün asıl manasıdır. Kısaca insanın kendi isteklerini bırakıp, Hakkın takdirine razı olmasıdır.

Bedendeki akleden ve tasarruflarda bulunan ruh, idrakler, iradeler ve haller ile ge­lişir, insan da diğer canlılardan bu hasletler ile ayrılır ve bunlar birbirlerinden gelişip doğar­lar. Aynı şekilde nefsini terbiye ile ibadetlere yönelen kişinin, her mücâhedesinden bir hal do­ğar. Bu hal, ya ibadet şeklinde olur ve bu ibadet iyice sağlamlaşıp yerleşir ve mürid için bir makama dönüşür veya ibadetin dışında bir şey olur.

Mürid, saadet ve mutluluk için istenen ve kul olmanın en üst gayesi olan tevhid ve marifet makam­larına ulaşana kadar bir makamdan diğerine yükselmeye devam eder. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ettiği halde ölürse cennete girer.” Müridin bütün bu aşamalardan geçip yükselmesi gerekir. Bunların hepsinin temeli de itaat, ihlâs ve samimiyettir. Onlardan önce gelen ve onlara eşlik eden ise imandır. Bunlardan, bunların ürünü ve meyvesi olan haller ve sıfatlar doğar. Evet, tevhid ve marifet makamlarına ulaşıncaya kadar her makamdan diğeri doğup gelişir.

Nefiste doğan ve kalbe gelen duygu ve düşünceler için de aynı şey geçerlidir. Onun için mürit bütün amellerinde nefis muhasebesi yapmak ve Allahın rızasına uygun olup olmadığını kontrol etmek zorundadır. Çünkü amellerden belli neticelerin doğması zaruridir. Aynı şekilde amellerdeki eksiklikler de onların yapılışındaki bozukluklardan kaynaklanır. Mürid, bu eksiklikleri (ibadetlerden duyduğu) zevk sayesinde anlar ve bunun sebepleri konusunda nefsini hesaba çeker. Bu hususlarda çok az kişi onların yaptığı gibi hareket eder. Çünkü bu husustaki gaflet, sanki herkesi kuşatacak bir genelliktedir.

Tasavvuf yoluna girmemiş olan ibadet ehli kişilerin gayesi, fıkhî şartlarına riayet ederek ihlasla ibadetleri yerine getirmektir. Sûfiler ise, yaptık­ları ibadetlerin eksikliklerden uzak olduğunu anlamak için, öncelikle bu ibadetlerin ne­ticesinde elde edilecek manevî zevkler ve vecd hallerini araştırırlar. Buradan anlaşılıyor ki, sûfilerin yolunun temeli, yaptıkları ibadetler ve terk ettikleri zevkler her şeyde ne­fis muhasebesi yapmak ve bu gayretlerin sonunda elde edilecek olan manevî zevkler ve vecd halleri hakkında konuşmaktır. Sonra mürîd için bir makam belirir ve o makam­dan başka bir makama yükselir.

Bunun dışında tasavvuf ehlinin kendilerine özgü âdâbları ve kendi aralarında kul­landıkları terimleri vardır. Çünkü dildeki kelimeler, bilenen manalar için konur. Ortaya bilinmeyen yeni manalar çıktığında, belli kelimelerin o manaları ifade etmesi üze­rinde ittifak ederiz. Ancak o manaların, kendilerini ifade etmek için seçilecek lafızlardan kolayca anlaşılmasına dikkat edilir. Onun için tasavvuf ehli, şeriat ehlinden başka hiç kimsenin üzerinde konuşmadığı, sadece kendilerine özgü olan bu çeşit bir ilim de geliş­tirmiştir.

Tasavvuf Terimleri:

İstikamet: Din ve dünya işlerinde Allah ve Rasûlünün emirleri dairesinde ifrat ve tefritten (aşırılıktan) sakınarak doğru yolda bulunmaktır.

Hâl: Sırf Hakk'ın lûtfundan kalbe gelen neşe, hü­zün, sıkıntı, ferahlık gibi hallerdir ki, bunlar insanın kendi kendine elde ettiği hallerden olmayıp, Hakk'tan kalbe vürûd eden hallerdir.

Makam: Sofinin manevî menziline denir ki, gayret neticesinde elde edilir.

Vakt: Sofinin bulunduğu haldir. Hüzün, sürur, kabz, bast gibi.

Tevacüd: Sâlikin zikre başlamadan evvelki hâlidir.

Vecd: Hüzün ve muhabbetten katıksız ve külfetsiz sâlikin kalbine gelen haldir.

Vücut: Sâlikin vecdden sonraki mertebesidir. Şöyle temsil edilebilir: Tevacüd denizi görme, vecd gemiye binme, vücut ise deryaya gark olmaktır.

Cem’: Ruhun ve mahlûkatın cümlesini hakla kâim gö­ren sâlik cem' makamına ulaşmıştır.

Cem'u'l-cem': Hakikatin, sâli'ki istilâsıyla hâsıl olan bir mertebedir. Bu durumda sâlik artık mâsivâdan hiçbir şeyi idrak edemez.

Fark: Halkı isbat cem' ise Hakk'ı isbattır. Sâlike ikisi de gereklidir. Farkı veya tefrikası olmayan sâlikin ibadeti nasıl muteber değilse, cem'i olmayanın marifeti de mute­ber değildir.

Fena: Sâlikin noksanının zevalidir.

Baka: Sâlikin kemâlinin kıyamıdır.

Gayret: Sâlikin kalbine vârid olan manâlar ile meş­gul olup, halkın ahvâlinden gafil olmaktır.

Huzur: Halkı bırakıp, Hakk ile meşgul olmaya derler. Burada huzur rahatlık manasına değildir; Hakk'ın huzu­runda bulunmak, Allanın tecelliyâtını anmaktır.

Sahv: Gaybet hâlinin zail olmasıdır.

Sekr: Huzûr-ı tamdır. Ceberut makamı, müşahede-i Hakk'dan mütevellid dehşet hâlidir. Hakk'ın tecelliyâtını görmektir.

Mahv: Sâlikin kötü âdetlerinin izâlesidir; kendinde mevcut olan maddi ve mânevi varlığı gidermesidir.

İsbat: Kulluğunu ve ibadetini tahkim etmektir. Her ikisini yapana mahv ve isbat sahibi derler.

İbadet ve ubûdiyyeti karıştırmamak lâzımdır:

İbadet : Hakk'ın razı olduğu iştir. Ubûdiyyet ise: Hakk’ın hükmüne razı olmaktır. İbadet denilince efâl-i mefrûza ve ef'âl-i mefrûzanın nafilesi hatıra gelmemelidir. Emir ve yasakları aynen tatbik etmek, sünnet-i seniyye'ye ittiba etmek ibadettir.

Muhatlara: Kalbin huzurudur.

Mükâşefe: Düşünce ve sebep aramak ihtiyacını duy­madan perdenin açılmasıdır.

Müşahade: Mükâşefeden sonra gelir ki, Cüneyd (v.298 h.) bunu “senin yokluğunla Hakk'ın vücûdu” cümle­siyle tarif etmiştir.

Şeriat: Emir ile kaim ibadet.

Hakikat: Yaradanın sırrını müşahededir.

İlme'l-yakîn: Aklî deliller ile sabit olan ilim.

Aynel- yakîn: Müşahede ile hâsıl olan ilim.

Hakka'l-yakîn: Sâlikin ilmen, şuhûden ve hâlen Hakk ile bakâsından hâsıl olan ilimdir. Birincisi ehl-i zahirin il­mi, ikincisi havassın ilmi, üçüncüsü ehass-ı havassa mah­sus olan ilimdir.

Şâhîd: Kalbin kendisiyle beraber olduğu şey, sevgili, âlem, vecd.

Mücahede: İtiyâdat ve me'lûfâtı terktir. Alıştığı şey­leri insanın bırakması gayet zordur. Gençler teceddüdâtın, ihtiyarlar itiyâdâtın esiridir. Bu alışkanlıklardan kendisini kurtarabilen kimse, irade sahibidir.

Uzlet: Kuşeyri'ye göre ehl-i mutasavvıfın sıfatıdır.

Halvet: Vuslat alâmetidir. Sâlikin hâli uzlet, son hali ise istikâmet levazımından olan halvettir.

Uzlete çekilen, halkın zararından korunmak niyetiyle değil, halka zarar vermemek düşüncesiyle onu ihtiyar et­mesi lâzımdır. Evvelkisi kibir ve gurura götürür. Uzletin hakikati, halktan ayrı olmak değil, kalbini onlardan ayırıp, Hakk'a yönelmektir. Kuşeyri'nin tarifine göre; halkın ye­diğini yemek, giydiğini giymek, onlarla bulunmak, ancak sâlikin kalbi Allah ile olmaktır.

Uzletler, halvetler, itikâflar nefsin tehzib ve terbiyesi sadedinde yapılıp, halktan uzaklaşmak manasını ifade et­mez. Bedenî hastalıklarda doktorun verdiği perhiz tıpkı bunun gibidir. Ruhî hastalıklar için de ilâçlar bugün dahi tatbik edilmektedir.

Takva: İbadetle Hakk'ın ikâbından sakınmaktır. Ha­ram olan şeyleri terketmek esasen dinî vazifelerdendir, takvadan sayılmaz.

Vera: Haram olmasında şüphe olunan şeylerden ve hoş görülmeyen işlerden sakınmaktır.

Zühd: Menhiyattan vicdanen ve zevkan nefret edip, yüz çevirmektir. Ahmed b. Hanbel : “Haramın terki ava­mın zühtüdür, havassın zühdüne gelince, mâsivâdan yüz çevirmektir” diye tarif etmiştir.

Harabat: Meyhane demektir. Tasavvufta pîrin bulunduğu yerdir. Kahhar ism-i celâlinin tecellisi ile mahv ve fâni olan sâlik.

Saki: Pîr-i kâmil, yani şeyh.

Tersâ: Mürşid-i kâmil.

Tersâ peçce: Mürşidin halifesi veya oğludur ki, başka bir kâmile muhtaçtır, o da başkasına. Böylece zincirleme devam eden veliler yoludur.

Şarap: Aşk, mürşit, muhabbet manasınadır.

Şem': Nûr-i ilâhi güneşidir.

Humar: Tekvin makamıdır.

Sofi: Kendisinden geçip, Hakk'da mahvolan ve kendi­sini Hakk'dan başkasına meyilden koruyan, bir de kendi şeyhinde ve Fahr-i Kâinat Efendimizde mahvolan kimse­dir ki, güneşten ziyasını alan yıldız gibidir.

İşve: Cemâlin tecellisidir.

Arif: Esma ve sıfât-ı ilâhiyyeyi görendir.

Fark: Fena fillah olmaktan ibarettir.

Kalender: Kemâl ile tecerrüt ve teferrüt edendir.

Mestî: Ma'şukun cemâlini görmek için yüzünü dön­dürmektir.

Meyhane: Pîr-i mürşidin karargahıdır.

Mutrib: Pîr-i kâmildir.

Çeşni: A'yân dışında Hakk'ı şuhûda işarettir.

Vasi: Vahdet hakikatidir.

Naz: Âşıkın, ma'şûka kuvvet vermesidir.

Melami: İbadeti ketme çalışandır.

Istılah haline gelmiş bazı müşterek mefhumların, iyi tetkik ve tafsil edilmemesi yüzünden birçok yerlerde te­zada düşülmektedir. Metinlerde değişik anlamı olan bazı kelimeler her yerde ayrı manâya kullanıldığı için bu yanlışlıklar meydana gelmiştir.

İlimler tedvin edilmeye ve yazılmaya başlanıp, fakihler fıkıh, fıkıh usûlü, kelâm, tefsir ve diğer sahalarda kitaplar telif etmeye koyulunca, tasavvuf ehlinden bazı kimseler de, kendi yollarıyla (tarîkatleriyle) ilgili kitaplar yazdılar. Bunlardan bazıları Allah korku­su, takva, yapılan ve terk edilen şeyler üzerinde nefis muhasebesi yapmak gibi konularda eser telif ettiler. Muhasibi'nin "Er-Riâye" adlı kitabı gibi. Bazıları tarikat âdabı ve tarikat ehli­nin manevî zevkleri ve vecd halleri konusunda yazdı. Kuşeyrinin "Er-Risâle" ve Suhreverdî'nin "Avârifu'l-Meârif" isimli kitapları gibi.

Böylece tasavvuf ilmi, önce sadece bir ibadet yolu ve usulü olduktan sonra ve yine tefsir, hadis, fikıh, usûl ve diğer ilimler gibi sadece sözlü olarak öğrenilen bir ilim olduktan son­ra, kitaplarda yazılan bir ilim haline geldi.

Bazı müellifler varlıkların keşfi ve hakikatlerinin tertibini, her şeyin Allah'ın te­cellisi olduğunu söyleyen ehl-i mazâhir'in metoduna dayanarak, açıklamaya yönelmiş­ler, ancak hiçbir şey anlaşılmayan çok kapalı şeyler söylemişlerdir. Yine bazı müellifler varlıkların keşfi ve hakikatlerinin tertibi konusundaki mezheplerinin açıklamasını yap­maya çalışmışlar, ancak onlar da, ilim ehline kıyasla, anlaşılması mümkün olmayan çok kapalı sözler söylemişlerdir.

Mutasavvıflardan bir diğer grup ise anlaşılması ve ayrıntıları itibariyle yukarıdaki konudan daha müphem "mutlak vahdet" görüşünü benimsedi.

Mutlak vahdet görüşünde olan mutasavvıflar, bu görüşü yani her şeyin aslında tek bir şey oluşunu, bazen bütün varlıklardaki cins ve çeşit durumuna göre, bazen de bü­tün ve parça durumuna göre örneklendirdiler. Ancak bunların hepsinde komplekslik ve çokluğun her çeşidinden kaçınırlar. Onlara göre bu iki durum ancak vehim ve hayalden ibarettir. İbn-i Dihkân'ın bu mezheple ilgili yaptığı açıklamalardan anlaşıldığına göre, bu görüşte olanların vahdet konusunda söyledikleri, filozofların renkler hakkında söyledik­lerine benziyor. Filozoflar, renklerin varlığı için, ışın varlığının şart olduğunu söylemiş­lerdir. Eğer ışık olmazsa, renkler de hiçbir şekilde mevcut olmaz.

Aynı şekilde onlara göre duyu organlarıyla algılanan maddî varlıklar için, maddî algılamanın varlığı şarttır. Hatta akledilen ve vehmedilen varlıklar için de aklî idrakin varlığı şarttır. O halde ayrıntı halindeki varlığın tamamı için, beşerî idrakin mevcudiyeti şarttır. Eğer ayrıntıları idrak etme özelliği ortadan kalksa, ortada hiçbir ayrıntı kal­maz. Sadece bir tek idrak kalır ki, o da başka bir şey değil "ben"dir.

Bunu, uyuyan kimsenin durumuna benzetirler: insan uykuya dalınca, zahirî algı­larını kaybeder ve buna bağlı olarak -uykuda olduğu sürece- algılanacak şeyler de orta­dan kaybolur. Geriye sadece hayalin kendisine gösterdiği ayrıntılar kalır. Sonra şöyle di­yorlar: Uyanık kişinin hali de tıpkı böyledir, idrak ettiği ayrıntıların tamamı, bir çeşit be­şerî algılama özelliği sayesinde vardır. Eğer bu algılama özelliğini kaybedecek olsa, bütün ayrıntılar da ortadan kalkar, işte onların "vehim" ile kastettikleri budur. Yoksa beşerî id­raklerden biri olan vehim değil.

Bununla birlikte sonraki mutasavvıfların muhakkik olanları (yani her şeyi en in­ce ayrıntılarına kadar araştırıp değerlendirenleri) şöyle diyorlar: Keşif sırasında mürid belki de böyle bir vahdet vehmine kapılır. Bu durumu "cem makamı" (birleştirme, yani varlıkların tek kabul etme makamı) olarak isimlendirirler. Sonra o makamdan, varlıkla­rı birbirinden ayırma makamına yükselir. Bu makamı da "fark (ayırma) makamı" olarak isimlendirirler, işte bu, arif ve muhakkik olanların makamıdır. Mürîd'in aşılması çok zor olan "cem" engelini mutlaka aşması gerekir. Aksi takdirde o engele takılıp, bütün ticare­tinde her şeyini kaybetmesinden korkulur.

Keşf ve maddi algıların ötesindeki şeyler hakkında konuşan sonraki muta­savvıflar, bu konuda çok derinlere dalmışlar ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi çoğu da hu­lul ve vahdet görüşünü benimsemiş, bu konuda sayfalar dolusu şeyler yazmışlardır. Bunların öncülerinin görüşleri ile hulul görüşünü benimseyen ve yine imamlarının ilahlığına inanan İsmailiyye mezhe­binin görüşleri birbirine karışmıştı. Ancak ilk olarak ne zaman karıştığı bilinmiyor. So­nuçta her iki tarafta diğerinin görüşlerinden etkilenmiş, böylece söyledikleri şeyler ve inançları arasında benzerlik oluşmuştur.

Sonra mutasavvıfların sözlerinde "kutup" kavramı ortaya çıkmıştır. Kutup ile arif­lerin başı olan kişiyi kastederler ve iddialarına göre marifette hiç kimse ona eşit olamaz. Kişi ölene kadar kutup olmaya devam eder ve öldükten sonra da Al­lah onun makamına ariflerden olan başka birini varis kılar.

İbn-i Sina "İşârât" isimli kitabının tasavvufla ilgili bölümünde bu hususa değini­yor ve şöyle diyor: “Hakk'ın huzuru, her yolun kendisine ulaşacağı bir yer olmaktan yü­cedir. Ona ancak birbiri ardınca tek bir kişi vâkıf olur.” Bu söz ne aklî, ne de şer'î bir delile dayanmıyor. Sadece bir çeşit hitabettir, etkileyici sözdür. Diğer taraftan bu görüş, İmamlarının birbirine varis olduklarını iddia eden şiilerin görüşlerine benzemektedir.

Aynı şekilde tarîkatlerinin esası kabul ettikleri, tasavvuf hırkası giymeyi, Hz. Ali'ye dayandırmaları da yine şiilerden etkilenmenin bir sonucudur. Yoksa sahabeler arasında Hz. Ali'nin belli bir giyim veya hayat tarzı benimsemek gibi kendisine özgü durum yok­tu. Bilakis Hz. Peygamberden sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer insanların en zahidi ve en fazla ibadet yapanlarıydı. Dini yaşama konusunda sahabelerden hiç kimsenin kendi­ne özgü bir durumunun olduğu yönünde bir haber rivayet edilmemiştir. Aksine sahabe­lerin hepsi dini yaşama, zühd ve mücâhede noktasında örnek alınacak kimselerdir. Rasulullah(sav)ın “Benim ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz.” Hadisi şerifi bunun delilidir.

Görünen o ki, şii-ismailiye mezhebinin ortaya çıktığı yer olan Irak'taki mutasavvıflar, onların zahir ve batın arasında kurdukları dengeyi onlardan iktibas etmişlerdir. Böylece imameti (halifeliği), şeriata bo­yun eğmeleri noktasında halkı yönetmek olarak kabul ettiler ve şeriatın da kararlaştırdı­ğı gibi ihtilaf çıkmaması için onun görevini bununla sınırlandırdılar. Sonra ariflerin ba­şı olduğu için Allah'ın bilinmesi (marifetullah) işinin öğretimini kutub'a verdiler ve za­hirdeki imama benzeterek ve onun batındaki karşılığı olması için, onun görevini de sa­dece bununla sınırlandırdılar. Onu kutub olarak isimlendirmelerinin sebebi ise, marifetullahın öğretilmesi işinin onun etrafında dönüyor olmasıdır.

 


MKPortal M1.1.1 ©2003-2006 mkportal.it
Bu safya 0.50174 saniyede 7 sorguyla oluşturuldu