Son mesaj - Gönderen: Recep Ergin - Salı, 01 Kasım 2011 23:40
Sitemizin yeni hali www.gumushane.gen.tr/v2 adresinde test edilmektedir. Lütfen belirli aralıklarla ziyaret ederek, yaşadığınız aksaklıkları ve önerilerinizi admin@gumushane.gen.tr adresinden veya buradaki formdan bize bildirin.
Tarikat, Lügatta; yol, meslek ve râh manalarında kullanılmaktadır. Istılah'ta ise; doğrudan doğruya kişiyi Allah'a yaklaştıran, zevk, irfan, ilâhî aşk ve cezbe yolu olup, virdler, zikirler ve tasavvufa intisap ile dâhil ve takip olunan usul demektir. Ma'nevî makam ve terakkileri aşmak, Cenabı Hakk'a yaklaşmak ve O'nun rızasını kazanmak maksadı ile bir mürşidin rehberliğinde yola çıkan müridlere mahsûs bir gidiş ve yaşayış şeklidir. Ayrıca, tarikat kelimesi, tasavvufun sistemleşmesinden sonra, giyim, zikir tarzı, hususiyetleri, irşâd ve hitabet farklılıkları ile özellikler arzeden teşkilâtlara isim olarak verilmiştir.
Tarikat kelimesinin tasavvuf tarihînde birbirini tamamlayan iki mana kazandığı görülmektedir. Bunlardan biri; bir şahsın ma'nevî kabiliyetlerini geliştirmek, nefsini tezkiye etmek için konulan, ma'nevî, ahlâkî ve sosyal esasları ihtiva eden metod ve yol. Diğeri; bir tekke ve zaviye içerisinde ve civarında müştereken yaşayan, kâmil bir mürşidin idaresinde, dervişlerin kemale kavuşmaları için konulmuş özel esasların bütünüdür.
Milâdî XII. asırdan itibaren teşekkül etmeğe başladığına şâhid olduğumuz tarikatların kuruluşu ile beraber “tarikat” kelimesi, aynen birinci manayı muhafaza etmiştir. Her tarikatın kurucusu bulunan şeyh veya pir, müritlerinin manevî kabiliyetlerini, belli bir metot dâhilinde geliştirmeyi hedef almıştır. Şu halde tarikat; şeriat kurallarının, zahirî anlayış ve manasından, öz, iç ve derin manasına götüren manevî bir yoldur. Sûfîler, bu gayeyi gerçekleştirmek üzere, bağlılarını kendilerine has manevî usûllerle terbiye eden, seyrü sülük usûl ve âdabını belirli bir düzen içerisinde ifâde etmişlerdir, işte bu usûl ve âdabın ilk temsilcisi ve pîr'inin, koyduğu uyguladığı esaslar çerçevesinde devam etmesi, onun sahibine ait bir adla anılmasına sebep olmuştur.
Cenabı Hakk insanı beden ve ruh olarak iki ayrı varlık nev'inden yaratmıştır. İnsan, ruhu cihetiyle, iyilik ve güzelliklere, nefsi cihetiyle de, kötülük ve çirkinliklere meyyal, zıtların kenetlendiği bir karakter yapısına sahiptir. Mevlânâ: “Gönül seni kalb ehlinin semtine çeker. Cisim ise, su ve çamur hapsine koymak ister.” derken bu hususa işaret etmektedir. Meleklerden de üstün manevi seviyelere ermek üzere yaratılan insan, şüphesiz et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de, insanoğlu'nun yaratılışını tasvir eden âyetlerde, kullanılan iki tür ifâde, bu bakımdan bilhassa dikkatimizi çekmektedir.
“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman.”(15/29) şeklinde ifade edilen tarafı, “ahsen-i takvim” vasfını, “(Bilin ki) biz sizi, (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık.” (23/14) ifadeleriyle açıklanan tarafı da, “esfel-i safilin” vasfını dile getirmektedir. Demek oluyor ki, insan, ruh denilen ilâhî cevherin, beden denilen kalıp içerisinde, ete, kemiğe bürünmüş şeklidir. Her insanın hayatı, gündüz ve gece kadar birbirine zıt, farklı iki terkip üzerine bina edilmiştir. Bunlardan ruh; Cenabı Hakk'ın, zatî ruhundan nefhettiğini bizzat beyan ettiği kudsiyet, nefs de, peygamberleri bile ağına düşürebilen, sinsi ve içten vuran düşmanlık ile kendisini hissettirmektedir.
Cenabı Hakk'ın “kendisinden nefhettiği”'ini beyan ettiği, asalet ve necâbetin tezahürü olan ruh; Kur'ân-ı Kerîm'de “emânet” olarak da açıklanmıştır. “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, o (nun sorumluluğu) ndan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getiremedi) çünkü o, çok zâlim ve pek câhildir.” (33/72) âyetinde geçen “emânet” kelimesi, bazı müfessirlerce, “Rabbânî latife” ve “ruh-u menfûh” ile izah edilmiştir. “Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anne ve babası, onu Yahudi, Mecusî ya da Hıristiyan yapar.” hadîs-i şerifinin ifâde ettiği mana da, bu yönde ele alınabilir. Buradan da anlaşılacağı gibi, bedende saffetini günahsızlığı ölçüsünde sürdüren ruh, hareketlerimize yön veren bir merkez üs durumundadır. Bizi içten vuran düşman olan nefs ile dıştan gelen, aldatıcı ve oyalayıcı ilgiler ve kötü fiiller, onun bu necâbetini gölgeleyen ve gönül dünyâsından silen birer yol kesici durumundadır. Bu çeldiricilerden kurtulduğumuz müddetçe ruhun olgunlaştığını, kemâl ve ma'rifetullah'a kabiliyet kazandığını görüyoruz.
Allah, kendi sonsuz sıfatlarından insana da vererek, onu bütün varlığın özü ve özeti kılmıştır. Bu sebeple insan, kâinatın ruhu, kâinat da, insanın dışı ve kabuğu olmuştur. İnsan, ruhu ile lâhût, aklı ile ceberrut, akli melekeleri ile melekût, vücûdu ile de şühûd âlemini birer hassa hâlinde bünyesinde barındıran, komplike bir yaratıktır. Beş duyusu vâsıtası ile dış dünyâsını algıladığı gibi, aklî ve manevi melekeleri ile de iç alemini kontrol ve murakabe gücüne sahiptir.
Hakk Teâlâ, her tabiata kemale âşık olma özelliği vermiştir. Hareket hâlinde olan her şey, yaratılış gayesindeki mükemmel ufka doğru yürümek ve o hedefi yakalamak için çalışıp didinmektedir. Meselâ: gazabın zevk ve kemâli, intikam alıp sükûnet bulmasında, şehvetin kemâli ise, yeme, içme ve nikahtan zevk almadadır.
Bunun gibi, aklın yaratılışında da ruhtan gelen bir tesir ile fıtratının gereği olan ilim ve marifeti kazanma arzusu vardır. En yüce kemal olarak, yaradanını bilme ve bulma iştiyakını, kavurucu bir duygu ile benliğinde duyar. Bu sebeple akıl, birbirini takip eden düşünce ve tasavvurlarla, fani varlıklardan geçe geçe, ebedî olanı bulmaya, Allah'a yükselmeye ve O'nun nezdinde olan şeylere vâkıf olmaya, bütün gücünü bu yöne teksif ederek, fıtrî ihtiyacını gidermeye çalışır. Bu duruma göre, bebeklik çağından olgunluk çağına erinceye kadar, bedeni besleyen gıdanın vücuda göre durumu neyse, amel ve ilmin de ruha göre durumu odur.
“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.”(18/110)ayetinde ifade edilen mana da bunu gösterir. Bu Rabbani latifenin, bedene hapsedilerek, beşerî tavra bürünmesi, bebeğin doğumu ile başlamakta ve giderek gelişmektedir. Sonraları bu âlemde kazandığı ilim ve amelin tesiri ile olgunlaşmaktadır. Yaratılış karakteri, zıtların yoğrulması ile meydana gelen bedenin, dünyada fiilleri, ruhun üzerindeki etkisi itibarı ile iki çeşittir. Güzel ve ahlâkî davranışlar, ruhun kemale ermesine yardımcı olur, onu teşvik eder. Kötü ve gayr-ı ahlâkî davranışlar ise, onun, bu yüce emele ermesine engel ve köstek olur.
“Yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Allah'a korku ve umut içinde dua ediniz. Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır.” (7/56)
“İnanıp iyi işler yapanlara gelince, imanlarından dolayı, Rabb'leri onları altlarından ırmaklar akan, nimet cennetlerine iletir.” (19/60)
“De ki: “Allah her şeyin Rabb'ı iken, ben O'ndan başka Rabb mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının, (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. (O), ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” (6/164) Ayetlerde açıkça ifade edildiği gibi, bedenin fiilleri, güzel olur ve ruh üzerinde müspet yönde tesir icra ederse, ruhun kemâl hakkında bilgisi, iyi hareketlerde bulunma arzusu ve bunlara olan meyli artar. Alışkanlık hâline gelen bu güzel duygu ve davranışlar, ma'rifette kemali kolaylaştırdığı gibi, hayır duygusu da kökleşerek bedene yayılmış ve onu hükmü altına almış olur. Fiiller sonuçlan itibarı ile kötü ve çirkin ise, ruhun kavuşmak için çırpındığı kemale ermesine ve bedendeki hâkimiyetine manî olmuş ve beğenilmeyen davranışların bedende devamlılığı hâlinde, ruhun kemâl yolu büsbütün karartılmış olur.
Ruh; zeytin yağının zeytin içinde yayılması gibi et, sinir ve kemiklere kadar yaymış olduğu gücü vasıtası ile madde âleminde ilim ve marifet kazanarak tatmin olmak ister. Beş duyu organı ile eşya üzerinde göz gezdirir. Hayal hazinesinde eşyanın bir suretini meydana getirir. Sonra bunların aklî manalarını birbirinden ayırır. Aralarında lüzumlu analiz ve sentezler yaparak ortaya koyduğu hükümle, düşünce üzerinde tasarrufta bulunmaya çalışır.Buna “kesbî ilim” denilir."
Emir âlemi itibariyle de ruh, kötü ve çirkin hareketlerin neticesinde bünyesine arız olan bulanıklığı saf hâle getirmek, ve beşeri tavrın karanlıklarından kurtulmak suretiyle kendi has ve asıl âlemi hakkında bilgi sahibi olur. Buna da “vehbî ilim” denilir.
Vehbî ilmin gerçekliğine şâhid olarak rü'yâ gösterilebilir. Emir âlemi'ne ait olan ruh ile onun öz hakikati arasında kalın bir perde teşkil eden bedenin beş duyu organı, uyku ile faaliyetten alıkonup ve kalb üzerindeki yükleri hafifletilince,ruh bütün gücünü bâtında toplar. Bu durumu fırsat bilerek, hasret dolu bir iştiyakla arzuladığı kendi âlemi ile rü'yâ vasıtasıyla da olsa kucaklaşmak ve irtibat kurmak ister. Beşerî tavrın karanlığından kurtularak, ya açıktan ya da temsili bir şekilde emir âlemiyle buluşmak ister.
Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, tarikatlarda gaye, bedende kudsî ve ilâhî bir emanet olarak taşınan, “Rabbani latife” “ruh-ı menfûh”u, mücâhede ve tasavvufî prensipler çerçevesinde takviye ederek, süflî âlemin korkunç karanlıklarından kurtararak, kendi öz ve asıl âlemi olan “emir âlemi” ile irtibatını te'mîn ve Hakk'a kulluk etmeyi sağlama gayesine yöneliktir. Bu sayededir ki, ruh yukarıda belirtilen âlemlere yükselme(uruc) kabiliyetini kazanmış olur.
İşte, tarikatlar, sâliklerini, kendine has prensipler içerisinde bu hedefe kademe kademe götüren ve Allah'a yaklaştıran usûl ve sistemlerin adıdır.