Canboğul (26)

Adisa köyünü geçen Can, Yazılıtaş Geçidi’ne yaklaşıyordu. Gece ilerledikçe yüksek tepelerde uluşan kurt sesleri Yazılıtaş Geçidi’ndeki çağlayan sesine karışıyordu. Hilal şeklindeki ay yükselmiş, çevreyi az da olsa aydınlatıyordu. Kurt ulumalarına Sarbışka’da havlayan köpekler yanıt veriyordu. “Kurtların tam zamanı Oğuz, değil mi Arap? Dikkatli olalım. Hem kurt var hem de ayı. Kurtlar buralarda sürü halinde geziyorlar. İnşallah sürüyle karşılaşmayız. Ne dersin Arap?” Geçide yaklaşmıştı ki Arap durdu. Sağ ayağı ile eşinmeye, Oğuz ise olanca hızıyla havlamaya başladı. 

-Dur Oğuz, kurtları üzerimize çekeceksin, havlamanın zamanı mı şimdi?

Atından indi. Tüfeği eline aldı. Belindeki baba yadigarını yokladı. “Haydi Oğuz, kes sesini de yürü bakalım” diyerek sadık dostunu susturdu. Tam bu sırada önlerinden yaban keçileri atladı. “Ayı kesin bunların peşindedir” dedi kendi kendine. Keçilerin atladığı yere diz kırarak tüfeğini doğrulttu. Ayı yola çıkarsa ateş edecekti. Öyle de oldu, peşlerinden ayı kovalıyordu. Keçiler çoktan taştan taşa atlayarak kaybolmuştular. Ayı yola çıkınca durakladı. Geldiği yere doğru baktı. Az sonra üç tane yavrusu da yola çıkınca, keçileri takip etmekten vazgeçti. Yavruları gören Can, ayıya ateş etmedi. Etmedi ama yavruları ile birlikte geçeceği yolda yürüyorlardı. Belli ki ayı onları fark etmedi. “Bu kötü, şimdi biz bunun ne zaman yoldan sapacağını bilmiyoruz Oğuz. Burada bir süre bekleyelim.”

Yarım saatten çok bekledi. Ayı ve yavrularının epeyce uzaklaştığını tahmin ederek, havaya tüfeğiyle ateş etti. Yeniden doldurdu, bir kez daha ateşledi. Biraz daha bekledi. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Tüfeğini yeniden doldurdu. “Haydi Oğuz, yavaş yavaş yürüyelim.” diyerek atına binmeden dizgini elinde yürümeye başladılar. Atının da sadık arkadaşı Oğuz’un da yaban hayvanlarına karşı duyarlı olduklarını bildiği için rahat rahat yürüyordu. En çok çekindiği Yazılıtaş Geçidi’ni sorunsuz geçtiler. Sarbışka’nın altına gelince yeniden durdu. Az sonra köyünün yoluna sapacak ve kısa sürede evde olacaktı.

Dere kenarındaki düzlükteydi. Yol düzlüğün kenarında geçiyordu. Çit Deresine yüz metre kadar uzaklıktaydı durduğu yer. Tam köyündeki yoluna sapacaktı ki Arap şaha kalkarak kişnemeye, Oğuz ise durmadan havlamaya başladı. Çit Deresi üzerindeki ağaç köprünün girişinde ayı, palakları ile oynuyordu. Arap’ın kişnemesini Oğuz’un havlamasını duyunca arka ayakları üzerine kalkarak böğürmeye başladı. Ayının en tehlikeli anı palaklarının yanında bulunmasıydı. Ayaklarının üzerine bir kalkıyor bir doğruluyordu. Böğürmesine ara vermiyordu. Can, tüfeğinin tetiklerini kaldırdı.  Yavrulu bir ayıya ateş etmek istemiyordu. Ayı arka ayakları üzerine kalkmış tam karşısında duruyordu. Ateş etse vuracağını kesinlikle biliyordu. Tüfeğini ayıya doğrulttu. Nişan aldı. Arap bir kez daha şaha kalktı, kişnedi. Can, tüfeğini havaya kaldırarak iki el ateş etti. Ayı bu kez ağaç köprünün üzerine geçti. Belli ki yavrularının gelmesini bekliyordu. Yine iki ayağının üzerindeydi. Can, doldurduğu tüfeğini yine ayıya doğrulttu. Ayı bu kez böğürmüyor adeta yalvarır gibi “beni öldürme” diye ses çıkarıyordu. “Ben bu yavruları anasız bırakamam Arap, bırakamam Oğuz.” Tüfeğini indirdi. Ayı, yavrularının yanına gelerek köprüden geçmeleri için zorluyordu. Kendisi önde yavruları arkada köprüden karşıya geçtiler. Can bir süre bekledi. Ayı ve palakları gözden kayboluncaya kadar izledi. “Gittiler, hadi biz de bir an önce evimize varalım. Sabah yakın anam çoktan uyumuştur. Uyandırırım. Beni görünce çok sevinecektir.”

Köyünü gören dönemece gelince derin bir “ohh” çekti. Zorlu bir yolculuğun sonuna gelmenin mutluluğu doldu içine. Hilal, Abdal Musa Tepesi’nden batmak üzereydi. Karşı dağa vuran ay ışığı gece karanlığında karı parlatıyordu. “Zigana’da gündüz gördüğüm kar ak gelinlik gibiydi. Buranın karı da geceleri çok güzel oluyor.” 

Arap’tan indi. Dizlerini kırarak oturdu. Oğuz hemen yanına geldi. Can’ın koltuğunun altından başını sokmak istiyordu. Kolunu kaldırdı Can, Oğuz da başını uzattı. Bir süre sevdi onu. “Benim can dostlarım, sizler olmazsanız ben ne yaparım? Hele dur Oğuz, bir keyif sigarası sarayım.” Tabakasını çıkardı. Kağıda tütünü yerleştirdi. Sardı. Diliyle kağıdı boydan boya ıslattı, yapıştırdı. Çakmağını çıkarıp yaktı. Derin bir nefes alıp gökyüzüne doğru üfledi. Sigara pek içmiyordu. Keyifli olduğu anlarda zaman zaman içiyordu.

“Sizler de acıktınız bende. Anamla çay demleyip, Ayşe’nin verdiği bazlamadan ve mısır ekmeğinden beraberce yiyeceğiz. Arap’ı yerine çekip önüne samanı az arpası bol yem koyacağım. Seni de kulübene koyup, sana da bol yem vereceğim Oğuz.” Sigarası bitti, yere atıp üstüne basıp söndürdü. Köye doğru bir kez daha baktı. Hiçbir evde ışık görünmüyordu. Atına bindi, durmaksızın evlerinin önüne geldi. “Anamın da uykusu derindir, onu da uyandırmak zor olacak. Hele bir kapıyı çalalım.” Öyle de yaptı. İçeriden ses gelmeyince bir daha yumruğuyla vurdu. Yine ses yoktu. Bu kez daha hızlı vurmaya başladı, içeriden ses gelmiyordu. İçine bir korku düştü, “Yoksa anama bir şey mi oldu? Allah korusun.” Bir kez daha hızlı hızlı dört beş kez yumrukladı. İçeriden bir hareketlilik görmeyince, “Kapıyı mı kırsam? Anama bir şey olduysa ben ne yaparım?”

Ayşegül, yatağından doğruldu. Seher hatun hala uyuyordu. Lambanın fitilini yukarı verdi. Seher Hatun’a seslendi:

-Seher ana…Seher ana…

Birden uyanan Seher Hatun:

-Ne oldu, oğluma bir şey mi oldu?

-Yok ana, sizin evin kapısına biri vuruyor herhalde.

-Deme, Can mı geldi yoksa?

-Bilmem ana.

Seher hatun hemen üzerini giydi. Çemberiyle başını bağladı. Odadan Ayşegül’le birlikte çıktı. Mustafa ile Zülfiye kadın da uyanmıştı.

-Bizim kapıya vuruyorlar herhalde, deyip dış kapıyı açtı. Evine doğru baktı. Can hala kapıyı yumrukluyordu. Can sen misin?

-Benim ana, meraklandırdın beni kapıyı açmayınca, az kalsın kapıyı kıracaktım.

Seher hatun koşarak oğluna sarıldı:

-Hoş geldin benim Can oğlum. Gözlerim yolda kaldı. 

-Ancak gelebildim ana.

Kartal Mustafa:

-Can, bize gelin, sizin ev şimdi soğuktur. Gel biraz oturun, gelinim sobanızı yaksın, sonra gidersiniz.

-Ben yakarım sobayı, dedi Seher hatun.

-Yok ana siz içeri gelin, anahtarı ver bana ben sobayı yakayım, dedi Ayşegül.

-Peki kızım.

Xxx

Ömer ile Selim çoktan yatmıştı. Meryem Hatun ile Ayşe, beyaz lahana turşusu koyuyorlardı. Haşlanmış patatesle lahana turşusu soğuk kış gecelerinde yörenin yemekleri başında geliyordu. Kara lahana çorbası, kara lahana sarması ise en güzel yemeklerindendi. Ciharlı’nın rakımı yüksek olmadığından her mevsimde taze kara lahana bulmak olasıydı. 

Meryem hatun hem turşuyu koyuyor hem de düşünüyordu. Kızının sevdiği gençle evlenmesine bir diyeceği yoktu ama gelin gideceği yer çok uzaktı. Köylerinin ayrı bir töresi de vardı, dışarıya kız vermemek. Töreye uyup kızını sevdiği gençten mi edecekti? Ne yapacağını bilmiyordu.

-Ana…Kız ana…

-Ne oldu?

-Bak ana ne diyeceğim?

-Ne diyeceksen de.

-Şey diyeceğim…

-Kızım ne uzatıyorsun ne diyeceksen de.

-Şey… Can bazlama ile mısır ekmeğinden yemiş midir?

-Ne bileyim kızım ben onla gitmedim ki.

-Sana da bir şey sorulmuyor ana.

-Ayşe, öyle bir şey soruyorsun ki.

-Ne bileyim ana merak ettim. Sorduğuma da pişman ettin.

Seher hatun, kızının alınganlık gösterdiğini anlayınca, dayanamadı:

-Yolu uzun elbette yemiştir kızım.

-Hem de çok uzak ana, ben gittim geldim o yolu biliyorum.

-Biliyorsun da başka sevecek birini bulamadın da dünyanın ucundaki birine ne diye gönül verdin?

Ayşe, bir süre anasının yüzüne baktı… Anası da ona.

-Anladın demek?

-Anlamadım mı sandın? İlk geldiğin gün anladım.

-Sevdin mi sen de onu ana. Sırf beni görmek için buraya kadar geldi.

-İyi has da kızım, bu köyden başka köye kız vermediklerini bilmiyor musun?

-Nasıl yani?

-Bu köyün töresidir, dışarıya kız vermek yok.

-Öyle töre mi olur ana?

-Öyle, bu köyün öyle.

-Sevenler birbirinden ayırmak hak mıdır ana?

-Sevenleri ayırmanın iyi bir şey olmadığını ben de biliyorum kızım. 

-Sorun ne daha ana?

-Sorun hem çok uzak hem aileyi tanımıyoruz hem de töremiz var kızım.

-Ben gördüm ailesini bir tek anası var. 

-Yok mu başka kimsesi?

-Yok ana… Bilirsin benim senden gizlim olmaz.

-Biliyorum Ayşe kızım biliyorum.

-Bak ne yazdı Can ana?

-Ne yazdı?

-Ayşe baharın anamı gönderip seni isteteceğim.

-İstetecek mi?

-Evet.

-Töremiz ne olacak kızım?

-Öyle töre olmaz ana, ben bu töreyi değiştireceğim, yeter ki sen “he” de.

-Ben sana engel olmam kızım, benim üzüntüm gideceğin yerin çok uzak olmasıdır, hasretine dayanamam.

-Sık sık geliriz ana.

-Gelir misiniz, beni hasrette koymazsınız değil mi?

-Koymayız ana, Can’ın atının terkisinde gelirim.

-Hadi işine bak, ağlatacaksın beni.

Ayşe, kalktı anasının yanaklarından öptü.

-Benim canım anam.

(Devamı var)

YORUM EKLE