Paşa'nın Petekliği (36)

Bereketli topraklara sahip Çitikebir köyünde, ceviz büyüklüğündeki dolu ve arkasından sağanak halinde yağan yağmurun verdiği maddi hasar ertesi gün ortaya çıktı. Yağış sırasında Ayanos’ta koyunları otlatan köyün çobanı Salih, doludan kendisini kayanın dibine atarak kurtarmış, ancak otuza yakın koyunun telef olmasına engel olamamıştı. Kader Ahtı Deresinde yaylımda olan otuz kadar büyükbaş hayvan sele kapılarak onlar da telef olmuştu. Henüz yirmi günlük ekili tarlaların içerisinde küçük küçük derecikler meydana gelmişti. 

“Gelen mala gelsin” diyenlerin yanı sıra “Mal canın yongasıdır” diyenlerin sayısı daha fazlaydı. Muhtar Karakelle İhsan, köy ihtiyar heyeti ile kendi evinde toplantıdaydı. Dolu ve yağışın köye verdiği zararı birlikte gezerek tespit etmiş, köy karar defterine yazarak imzaladılar. 

-Komşular, yarın kasabaya giderek köyümüzün uğradığı zararı kaymakamlığa ileteceğim. Umarım, devletimiz zararımızı karşılar.

-İnşallah.

Paşa, Osman, sağlığına iyice kavuşan oğlu Paşa ile evin önüne çıktılar. Güneş oldukça ısıtıyordu. Soğuk geçen gecenin ardından güneşin sıcaklığına ihtiyaçları vardı.

-Oğul, ben petekliğe gideceğim.

-Hayırdır baba ne işin var peteklikte?

-Dolu ve yağışın arılara zarar verip vermediğine bakacağım.

-Yerleri sağlam baba, sel gelecek yerde değil.

-Olsun yine de bakmak lazım. Benim yanıma ya Pençe’yi ya da Keleş’i ver. 

-İkisini de al baba.

-Yok biri yeter, arkadaşlık eder bana.

-Pençe’yi al baba.

-Tamam, ben gidiyorum. Akşama gelmeyeceğim. Özledim peteklikte yatmayı, kalacağım.

-Sen bilirsin baba, aslında gelsen iyi olurdu.

-Yok oğul mağaranın toprak kokusu burnumda tütüyor.

-Yarın gelecek misin?

-Bir şey diyemem, arılara bir de ben bakayım, durumları nedir.

-Olsun baba.

-Sen ne yapacaksın?

-Ben de Hanımağa’nın arılarına bakmayı düşünüyorum.

-Hanımağa dedin de hele gel şu çardakta biraz oturup konuşalım.

Paşa, meraklandı. Ne konuşacaktı ki babam? Yoksa?... Ağaçtan yapılmış dar peykeciklerin üzerine oturdular. Paşa, babasının iki dudağı arasından çıkacak sözleri merak ediyordu.

-Bak oğul, ben yaşlandım. Sen de bilirsin ki ben senin öz baban değilim ama canım ciğerimsin. 

-Bilirim baba.

-Nasıl söyleyeceğimi de bilemiyorum ama, sen bu Topal Ömer’in kızı… Adı ne idi?

-Mahur.

-Mahur, galiba seni seviyor. 

Paşa, kulaklarına kadar kızardı ama Paşa Osman konuşmasını sürdürdü:

-Sen de seviyorsun…

Paşa daha da kızardı. Alnında ve yanaklarında ter damlacıkları oluştu.

-Seviyorsun değil mi?

Paşa cevap veremedi, yutkundu. Sevdiğini söylese bir türlü, söylemese bir türlü.

-Söyle oğul, biz baba oğuldan ziyade arkadaş da sayılırız. Seviyorsun değil mi?

Paşa, gözlerini babasından kaçırarak, duyulacak bir sesle:

-Evet, diyebildi, alnındaki terler yere damladı. 

-O zaman Allah’ın emriyle isteyelim, benim de canım sağ iken düğününü yapalım oğul.

-Sen bilirsin baba.

-Tamam, ben şimdi gidiyorum, bir-iki gün sonra gelir daha geniş konuşur, kapılarını çalarız.

Paşa, bir şey diyemedi. Babası ile birlikte ayağa kalktı. 

-Arıları bakarken, maskeni ve eldivenlerini tak, onlar bizim arılara benzemez. 

-Olur baba.

Paşa, evin kapısını kilitledi, anahtarı cebine koydu. Birlikte Aras yoluna kadar hiç konuşmadan yürüdüler. 

-Dön oğul, arılara bak. Otuz sekiz kovan arıya bakmak kolay değildir. 

-Selametle baba.

-Sağol can oğul.

Ayrıldılar. Paşa, geri dönerken Paşa Osman, yoluna devam etti. Rampa yolu inince Mehmetalilerin çeşmesinden kana kana içti. Elini yüzünü yıkadı. Soluklandı. Yaslandığı kaya sırtını acıtınca kalktı, “mağaramda dinlenirim” dedi. Ziridanın Deresini geçerek petekliğin rampa yoluna tırmandı. Soluk soluğa kalmıştı, mağaranın önündeki taşın üzerine zorla oturdu, derin derin nefes alıp verdi. “Yaşlandın Paşa Osman, yoksa bu rampaya rampamı derdim ben, bir solukta çıkardım.” Pençe de yanına gelip oturdu. Elini uzattı, başında ve sırtında gezdirdi. “Acıkmışsındır, az daha soluklanıp yalını vereceğim.”

Özlemle, yıllarca taşıdığı on santimlik anahtarı demir kapının kilidine soktu, yavaşça çevirdi. Omuz verip kapıyı itekledi. Demir kapı her zamanki iç parçalayan gıcırtıyla açıldı. Kendini ağaç peykenin üzerine attı. Ayaklarını uzatıp bir süre yattı. 

Kısa bir iç geçmişliğin ardından uzandığı yerden kalktı. Kovanların başına geldi. Böyle güneşli havada bakmak gerekiyordu arılara. Öyle de yaptı. Maske ve eldiven kullanmadan on beş kovanın da kapağını sırasıyla açarak arıların durumuna baktı. Paşa, iyi bakmış arılara. Hepsinde bir kış yetecek kadar bal var. Sinek durumu da iyi. Açtığı kovanları özenle kapatıyordu. Bir daha ilkbaharda açılacak olan kovanların sağlam olması gerekiyordu. Kışa doğru yine bakarım ama şimdiden önlem almak gerekiyordu. Akşam karanlığı çökünceye kadar arılarla ilgilendi. Yorulmuştu. 

Akşam olmuş, gece ilerliyordu. Çakmağı ile gaz lambasını yaktı, camı oldukça isliydi. Silmek gerekiyordu ama şimdi olmaz, sabah unutmasam silerim dedi. Mağaranın içi sıcacıktı ama açık bıraktığı kapıdan gecenin soğuğu geliyordu. Kalktı, kapıyı örttü. Pençe de her zamanki yerine oturdu, Paşa Osman’ı takip ediyordu. Bir çay olsa içilir dedi kendi kendine. Kapıyı yeniden açtı. Dün yağan dolu ve yağmurdan ıslanmayan çalıları iki taştan yapılan ocağın içerisine yerleştirdi. Yaktı. Sobanın üzerindeki kara demliği alarak, yağış sonrası suyu oldukça artan sudan doldurdu, yanan ateşin üzerine koydu. Karşısına geçti. Pantolonunun arka cebinden tabakasını çıkardı. Oldukça kalın bir sigara sardı. Ocaktan ucu yanan bir çalı ile yaktı, derin nefes çekip göğe yukarı üfledi. Yıldızlar pırıl pırıl parlıyordu ama bu gece ay yoktu. Çay suyu kara demlikte kaynamak üzereydi. Oğlunun da yerini değiştirmediği çay kutusunu ile bir bardak alarak dışarı çıktı. Çayı demledi. En az beş dakika beklemek gerekiyordu dem alması için. Öyle yaptı. Ne kadar çok beklersen o kadar iyi dem alır. Taşın üzerine koyduğu tabakasından bir sigara daha sardı. Çayı sigara bitiminde içerim dedi.

Sigarasının izmaritini ocağa attı. Kara demliğin kapağını kaldırdı. Çay çökmüştü. Bardağı yarıya kadar çay doldurup yeniden demliğe döküverdi. Çay kesme diyorlardı. İyi dem alması, çayın çay olması için biraz daha beklemek gerekiyordu. Taşın üzerindeki tabaka gözüne ilişti. Yok, bugün çok içtim, içmeyeceğim dedi. 

Ayliye Tepesine gözü kaydı. Gece karanlıktı bir şey görünmüyordu. Ayliye’nin kendisi için çok önemi vardı. Odun yaparken Haviyana’dan kaçan bir tosunun peşinden gelen Cemre adında bir kıza yardım etmişti. Tosunu yakalamış, başına ipi geçirmiş ve Cemre’ye teslim etmişti. Bir türlü gitmek istemeyen tosunun ipini eline almış, Ali Düzü’nü çıkıncaya kadar ipi elinden bırakmamıştı. İpi o kadar sıkı tutmuştu ki avucunun içi su toplamıştı. 

Çok güzeldi. Adı gibi kendisi de güzeldi Cemre. Görür görmez sevmişti Cemre’yi. Gece gündüz hiç aklından çıkmamıştı, çok geceleri Cemre’yi düşünmekten gözlerine uyku girmiyordu. Cemre, yine gelir diye her sabah Ali Düzü’ne çıkardı ama ne geldiği vardı ne de gittiği. Yıllar yıllar sonra Ali Düzü’nde yanında on yaşlarında bir çocuk varken karşılaşmıştı ve senin mi? diye sormuştu. “Evet” yanıtını alınca kurduğu düşler bir anda kaybolup gitmişti. “Allah’tan güzel kızdı, kısmet değilmiş” diyerek Cemre’yi takip etmekten vazgeçmişti. Artık o evli bir kadın ve çoluk çocuk sahibiydi. Peşinden gitmek Paşa Osman’ın şanına yakışmazdı.

Cemre’yi hayal ede ede demlikteki çayı bitirmişti. Ağır ağır kalktı. Pençe ile birlikte mağaraya girdi. Demir kapıyı kapattı, içeriden kilidi çevirdi. Şimdi uyku zamanı. Asker botlarının bağlarını yavaşça çözdü. Cephede devletin verdiği giysilerle uyumak yerine zaman zaman kestirmişti. Yine öyle yaptı, giysilerini çıkarmadan peykenin üzerine uzandı. Pençe de her zamanki yerine geçerek başını karnının üzerine koydu, belli ki onun da uykusu gelmişti. 

Gözleri yavaş yavaş kapanırken yanında şehit olan arkadaşları geldi gözlerinin önüne. Top ve tüfek sesleri arasında gözleri kapandı, derin bir uykuya daldı. Belli ki çok yorgundu ve savaştaki o anlar hiç gözlerinin önünden gitmeyecekti. 

Gece yarısı geçmişti. Gaz lambasının kısıtlı aydınlattığı mağaranın içinde Pençe huysuzlanmaya başladı. Kulaklarını demir kapıya dikti. Yattığı yerden kalktı, kapıya yaklaştı. Başını hiç çevirmeden kapıya bakıyordu. Pür dikkatti. Belli ki dışarıda bir şeyler oluyordu. Paşa Osman ise derin uykudaydı. Pençe, sahibini uyandırmak için üç kez üst üste havladı. Paşa Osman sağından soluna döndü. Pençe bu kez beş defa daha havladı. Paşa Osman, uykudan zorla açtığı gözleri ile Pençe’ye baktı.

-Ne oluyor Pençe, gecenin bu saatinde neden havlayıp da beni uyandırıyordun?

Paşa Osman, Pençe’nin sezdiklerini sezmemişti daha. Pençe, uyku sarhoşu sahibinin yanına geldi. Pantolonunun paçasına dişlerini geçirerek çekmeye başladı. 

-Dur Pençe, kalkıyorum. Pantolonumu yırtacaksın.

Doğruldu, kapıya kulak verdi. 

(Devamı var)

YORUM EKLE